Osmanlı'da Askeri Eğitim
OSMANLI'DA ASKERİ EĞİTİM
Osmanlı Devleti’nde ordunun iki ayrı atlı sınıfına verilen ad. 1. Tımarlı Sipahisi: Tımarlı sipahisi bir atlı ordudur. Orduyu hümâyûnun esası ve en büyük kısmıdır. Kapıkulu sınıfları gibi maaşlı değildir. Azablar gibi ücretli de değildir. Levendler ve akıncılar gibi ganimetle geçinmez. Yaşaması için devlet kendilerine toprak verir. Toprağın üzerinde köylü vardırO köylüden vergiyi tımarlı sipahiler toplar. Hem kendisi geçinir, hem de atları ve silâhları ile çağrıldığı anda yığınak mevkiinde hazır bulunarak savaşır. Selçukluların Arapça “İktâ” dedikleri böyle toprağa Osmanlılar “dirlik” demişlerdir. Dirlik küçükse adı “tımar”, büyükse “zeamet” adı verilir. Zeametin büyüğüne de “hass” denir.
Sipahiler umûmi adı altında toplanan tımarlı ve zaîmler, Osmanlı ordularında en iyi kısımdır. 2 çeşit tımarlı olurdu: Tezkireli ve tezkiresiz. Tezkireli timarlılar, timarı merkezden yani İstanbul’da Divân-ı Hümâyûn’dan doğrudan doğruya alanlardır. Tezkiresiz tımarlılar ise dirliklerini beylerbeyinin arzı üzerine alırlar.
Timar veya zeamet sahibi ölünce, ekseriye oğluna, yoksa kardeşine veya yeğenine verilirdi. Fakat bunun için timar ve zeametin bağlı olduğu alaybeyi ve sancakbeyinin onayı lâzımdı. Bu suretle dirlikler, tecrübesiz insanların eline geçmezdi.
Timar ve zeamet sahipleri, arazileri üzerindeki toprakları 3 yıldan fazla işlemezlerse, dirliklerini kaybederlerdi. Toprağı işlememek, ’a karşı da bir günâh sayılırdı.
Sipahi sefere gidince yerine “korucu” denilen bir vekil bırakırdı. Bu şahıs, dirlik sahibinin yokluğunda toprağın düzenli işlenmesine bakardı.
Devletin her eyâletinde timar ve zeamet bulunmazdı. Meselâ Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Mısır, Yemen, Bağdat gibi eyaletlerde hiç timar ve zeamet yoktu. Genellikle Müslüman nüfusun bulunduğu eyâletlerde timar ve zeamet teşkilâtı yapılmıştır. Bunun da sebebi Timarlı Sipahisi’nin tamamen Osmanlı ırkına ait bir sınıf olmasıydı.
Kanunî devrinde timarlı sipahisi, gerek sosyal, gerek askerî bakımdan en parlak devrini yaşamıştır. Osmanlı atlı ordusu, iki orduya ayrılmıştı: Rumeli atlı ordusu ve Anadolu atlı ordusu ilk zamanlarda Rumeli timarlı ordusunun kumandam Rumeli beylerbeyisi, Anadolu timarlı ordusunun kumandam Anadolu beylerbeyisi idi. Fakat sonradan her iki kanada da padişahça seçilen vezirler kumanda etmeye başladı.
Zaîm ve sipahi öldüğü zaman timar sahibi oğulları varsa, onlar babaları ölmeden timarlı oldukları ve timarlıların bütün haklarına sahip bulundukları için, timarı olmayan diğer kardeşleri, zâîm ve sipahinin büyük ve ikinci ve üçüncü oğulları gibi muamele görürlerdi. Timar tasarruf eden her sipahi timarını ne şekilde almış olursa olsun, müstakil timarlı sipahi sayılır, babasının ölümü, onun aleyhinde bir muamelede bulunulmasını gerektirmezdi.
XVI. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ve devamlı olarak timarlı sipahisi azaldı. Kapıkulları çoğaldı. Timarlar, saray adamlarına, daha sonraları mahallî halka verilmeye başlandı. Bu şekilde birçok eyalette toprak ağaları, “âyân” denen bir çeşit derebeyleri doğdu.
Fatih’in ve Kanunînin üzerlerinde o kadar durdukları, onların başında cihan devleti kurdukları timarlı sipahisi, merkezin kapıkullarının gelişmesine engel olması yüzünden gittikçe kötü duruma düştü. XVIII. yüzyıldan itibaren bu durum belirginleşti ve timarlı sipahisi büsbütün önemini kaybetti.
Timar sistemi, Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesinde de büyük hizmetler görmüştür. Rumeli eyaleti ile diğer Avrupa eyaletlerinde ve Batı Anadolu ile Orta Anadolu’nun Kuzey kesimini içine alan Anadolu eyâletinde, hattâ birkaç Orta ve Doğu Anadolu eyâletinde tatbik edilen bu sistem, bu büyük ülkelerdeki Müslüman olmayan nüfusun devlet aleyhine davranışlarına karşı başlıca engellerden biri olmuştur. Bu sebeple ekilebilir toprak, çok büyük çoğunluğu bakımından Osmanlı halkının eline geçmiş ve onun elinde kalmıştır.Timarlı sipahisi, bir Osmanlı asilzade topluluğudur. Ellerindeki köylüye adalet dağıtırlar. Köylerin şenlenmesine, bayındır hale gelmesine her türlü yardımda bulunurlar. Padişahın, imparatorluğun uzak köşelerindeki temsilcileridir. Mağrur, varlıklı, savaşçı adamlardır. Köylüyü soymayı akıllarından geçirmemişlerdir. Zaten kanunların gösterdiği vergi ve resimlerin dışında akçe almaları mümkün değildi.
Timarlı sipahisi XVI. yüzyılda gelişti, XV. yüzyılda Osmanlı ordusunun yarısından fazlası bu sınıftandı. XVI. yüzyılın ilk yansında en önemli devrini yaşadı. XVI. yüzyılın ikinci yansından itibaren önemini kaybetmeye başladı. XVII. yüzyılda kapıkulu ocakları timarlı sipahiyi sayı ve önem bakımından geçtiler. XVII. yüzyılın son yıllarında, hele XVIII. yüzyıldan itibaren sayıları kadar önemleri de azaldı.
Bahriye sancaklarındaki timarlar genellikle levendlere, reislere, derya beylerine yani donanmadaki denizcilere verilirdi. Timarlı sipahisi bazı büyük deniz seferlerine de verilmiştir. Levendler ve “azab” denilen deniz piyadeleri yetmediği zaman, donanmaya kapıkulu ve timarlı askeri de yüklenirdi.
1826′da II. Mahmut, timarlı sipahilerin her yıl İstanbul’a üçte birinin gelerek kışlalarda modern eğitim görmelerini emretti. Bunlara, derecelerine göre erlikten yüksek subaylığa kadar rütbeler verdi. Fakat “Asâkir-i Mansûre Süvarisi’ adım alacak, bundan böyle umarlarında değil kışlalarda yaşayacak, modern eğitim görecek ve yeni askerî usûlü öğreneceklerdi.
Tanzimat’tan hemen sonra Sultan I. Abdülmecid 19 Ocak 1841 fermanı ile birçok timarlı sipahiyi emekliye ayırdı, fakat timarlarını hayatlarının sonuna kadar ellerinde bıraktı. 1844′te bir kısım timarlı sipahisi atlı jandarma olarak hizmete alındı.
2. Kapıkulu Sipahisi:
Yeniçeri ocağından sonra en mühim kapıkulu ocağı olarak, kapıkulu sipahisi görülür. Timarlı sipahisinden ve diğer atlı sınıflardan farkı, aynen yeniçeriler gibi XVI. yüzyılda devşirme çocuklarından meydana gelmiş bir kapıkulu ve merkez askeri olmasıdır. XVI. yüzyıl sonlarından itibaren bunların en büyük çoğunluğu Türk asıllı kimselerden seçilmiş, bunların da mevcudu bu tarihten sonra çok artmıştır.
Kapıkulu sipahisi, yeniçerilerin büyük rakibi oldukları için, onlar kadar ayaklanmalara karışmamışlardır. Bazen hiç karışmamış, bazen karşı ihtilâlci olarak yeniçeriler karşısında yer almışlar, fakat bazen de ihtilâli onlar çıkartmışlardır. Kapıkulu sipahisine “timarsız sipahi” de denilmiştir. Çok iyi süvari, okçu ve kılıç dövüşçüsü idiler.
Kapıkulu sipahisi veya timarsız süvari sınıfı, XVI. hatta XVII. yüzyılda seçkin bir sınıftı. Yeniçerilerden daha fazla maaş alırlardı.
Timarsız süvari ocağı, 6 alaydan kurulmuş bir tümendi. 6 alay, sırasıyla şöyleydi: Sipahiler, silâhdârlar, sağ ulûfeciler, sol ulûfeciler, sağ garibler, sol garibler.
“Sipah Bölüğü” denilen, birinci alay, kırmızı sancaklı olup en itibarlıları idi. Sultan Fatih Mehmet tarafından büyük devlet adamlarının ve kumandanların çocuklarından meydana gelen bir süvari bölüğü olarak kurulmuş sonra devşirmeler de alınmaya başlanmıştı. Bu alay, seferde hükümdarın veya serdarın arka tarafında durur, aynı zamanda saltanat bayraklarını korurdu. Otağ-ı hümâyûnu bir gece sipahi alayı, bir gece silâhdâr alayı sıra ile beklerlerdi. Sipahi alayının bazı birlikleri ordunun önünden gider, istihkâm sınıfının işlerine katılırlardı.
“Silâhdâr alayı” denilen ikinci alay, sarı sancaklıydı. “Sancak tepeleri”nin yığılmasına bakmak görevi bu alayındı. Ordu-yı hümâyûn yoldan geçerken, birkaç kilometrede bir tepelerdeki bayrakları görerek yolunu bulurdu. Orduya padişah kumanda ediyorsa, yani sefer-i hümâyûn ise, bu tepeler yolun her iki tarafına, serdar-ı ekremler kumanda ediyorsa yalnız sol tarafına yapılırdı. 23 adet tuğcu da genellikle bu alaydan seçilirdi. Yedekçiler, sefer-i hümâyûnlarda, padişahın yedek atlarını çeker, fakat binemezlerdi. “Buçukçu” denilen asker de bu alaydan seçilir, padişah, cami, türbe gibi yerlere ziyarete gittiği zaman fakirlere yarımşar altın dağıtırlardı. Bunların başlarındaki teğmenlere “tuğcubaşı”, “yedekçiba-şı” ve “buçukçubaşı” denilirdi.
Sağ ulûfeciler (ulûfeciyân-ı yemîn) alayının sancağı yeşil, sol ulûfeciler (ulûfeciyân-ı yesâr) alayınınki sarı-beyazdı. Sağ ulûfeciler seferde yeniçeri tümeninin sağında giden sipâh alayının sağında, sol ulûfeciler ise, yeniçerilerin solunda giden silâhdâr alayının solunda yer alırlardı.
Sağ garîbler (gurebây-ı yemîn) ve sol garîbler (gurebây-ı yesâr) alayları, seferlerde ağırlıkların muhafazası ile görevli idiler. Sancağ-ı Şerifin çevresinde yürürlerdi. Sağ garîblerin alay sancağı sarı-beyaz, sol garîblerin ise yeşil beyaz idi.
Bu 6 alay eşit derecede sayılmaz, en üst derecedekine daha mühim savaş görevleri verilirdi. Tecrübeli ve değerli savaşçılar, üst alaylarda idi.
Timarsız (ulûfeli) sipahilerin çoğunluğu İstanbul’daki kışlalarında oturur, bir kısmı taşrada büyük merkezlerde bulunurdu.
Kapıkulu sipahisi, ordunun asıl süvari sınıfı değildi. Asıl süvari sınıfı timarlı sipahiler ve ikinci derecede akıncılar idi.
Osmanlı İmparatorluğu'nun erken dönem zaferlerinde süvari kuvvetinin büyük bir önemi vardı. Ancak Çanakkale üzerinden Trakya'ya yapılan seferlerde ve bundan sonraki operasyonlarda piyade gücü büyük rol oynadı. Osmanlı Ordusu kendine has çok başarılı bir stratejik planlama, hazırlık ve hareket sistemi geliştirmişti. Operasyonlar kış aylarında planlanıyordu ve Ağustos-Eylül döneminde icra ediliyorlardı. Askeri planlama heyeti eski askerlere ve operasyon kayıtlarına başvuruyorlardı. Operasyon öncesi harekat bölgesine yüksek miktarda erzak yığınağı yapılıyordu. Yeniçerilerin kendi yedek erzakları olan peksimetleri vardı.(Peksimet Osmanlı Ordusu tarafından 1. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar kullanılacaktı.) Ayrıca seferde taze ekmek, pilav ve pastırma yiyorlardı.
Aralık ayında sefer emri her yere gönderiliyordu. Avrupa'ya yapılacak seferlerde ordu Davutpaşa'da toplanıyordu. Asya'ya yapılacak seferlerde ise Üsküdar'da toplanılıyordu.
Sefer öncesi ayrıntılı planlamalar yapılıyordu. Sultanın altı at kuyruğu olan sancağı veya vezirin üç at kuyruğu olan sancağı Topkapı Sarayı'nın bahçesine dikiliyordu. Sonra da ordunun gelişini haber vermek üzere gönderiliyordu. Yol üzerindeki bozuk yollar ve köprüler onarılıyordu. Köprü olmayan yerlere ise yapay köprüler kuruluyordu. Yol olmayan yerlerde ise güzergahı belirlemek üzere taşlardan yol işaretleri yapılıyordu.
Ordu şafakta hareket ediyor ve öğle vakti belirlediği bir yere ordugah kuruyordu. Önden hafif süvari keşif birliği olarak ilerliyor, onu seçkin süvari birlikleri takip ediyor, onları da piyade ve istihkam birlikleri takip ediyordu. İlerleyen ordunun kanatlarını ise çok sayıda süvari koruyordu. Ayrıca geriden gelen ağırlıkları koruyan süvari birlikleri vardı. Ordugahda ise her Yeniçeri ortasının kendine ait üzerinde birlik amblemi bulunan büyük bir otağı vardı. Ama orta içerisindeki her takımın kendi uyudukları çadırları vardı. Kışın bu çadırların kurulması çok zor oluyordu. Donan toprağa kazık çakmak oldukça güçtü. Tecrübeli askerler acemilere donan toprağın kazık çakılacak yerini kaynar suyla nasıl eritileceğini öğretiyorlardı ve çadırlar kuruluyordu. Ancak sabah donan topraktan bu kazıkları sökmek çok büyük bir sorun oluyordu.
Kampta topluca sabah namazı kılındıktan sonra işaret topu atılırdı. Askerler sultana, kumandalara ve subaylara dua ederdi. Keşif kolları gönderilirdi. Mehter çalmaya başlar ve askerler mehtere savaş çığlıklarıyla eşlik ederlerdi. Bertrandon de la Broquiére 15. Y.Y.'da yeniçerilerin düşmanla çarpışmak üzere kamptan ayrılmalarını şöyle tasvir eder: "Hazır olduklarında, hristiyanların nereden geldiklerini ve nerede olduklarını öğrendiklerinde kampı çok hızlı bir şekilde ve öyle bir sessizlikte terkederlerdi ki, yüz adet hristiyan askeri bin adet Türk'den daha çok gürültü çıkarırdı. Tek yaptıkları büyük bir davul çalmaktı. Gidecek olanlar öne çıkarlardı. Diğerleri ise sıraya geçerlerdi. Düzen asla bozulmazdı." 15. Y.Y.'da yeniçeriler, hristiyan ordularının aksine geri çekilirken düzenlerini bozmaz ve dağılmazlardı. Hristiyanlar ise dağılır ve evlerinin yolunu tutmaya başlarlardı.
Osmanlı savaş taktikleri yıllar boyunca değişime uğradı. Ancak belli başlı özelliklerini hep muhafaza etti. 1389'da Karamanoğulları Beyliği'ne karşı Konya'da yapılan savaş, Yeniçerilerin katıldığı ilk büyük savaştı. Burada piyade merkeze yerleştirilmişken, kanatlara ve geriye süvariler yerleştirilmişti. 1402 yılındaki Ankara Savaşı'nda ise piyade daha defansif bir rol üstlenmiş ve bir kaç tepeyi tutmuştu. Bu savaş kaybedimiş olsa da Yeniçeri ve Azap piyade okçuları kendilerini kanıtladılar. Kanatlarına süvari desteği gelene dek, Timur'un amansız süvari saldırılarını geri püskürttüler. 1444 yılındaki Varna Savaşı'nda ise Yeniçeri savunmasının sol kanadı tüfekli birliklerce tutulmuştu. Süvari, düşman kuvvetini azap piyadesinin üzerine çekmişti. Onlar da düşmanı topların ve yeniçerilerin menziline çekmeye çalışmıştı. Bu sırada süvari de kanatlara hücum yapmıştı.
Osmanlı Ordusu'nun hücumunda başlıca rol süvariye aitti. Süvari düşman hattını yarıyordu. Sonra yeniçeriler tüm toplarını ateşleyerek kama düzeninde kılıçlarıyla ve diğer silahlarıyla hücuma kalkıyorlardı. Arkalarında çalan Mehter ile daha da coşan Yeniçerilerin bu saldırıları genelde durdurulamıyordu. Bunda bir diğer önemli sebep de düşmanın bir piyade disiplinine sahip olmamasıydı. Bir diğer önemli nokta da Yeniçerilerin, tüfekleri ile batılı ordular gibi toplu halde yaylım ateşi açmayıp genelde bireysel vaziyette kullanmalarıydı. Elit hücum müfrezelerine Serdengeçtiler denirdi. Bunlar ortalama 100 kişiden oluşurdu.
Osmanlı Ordusu, at arabalarını birleştirerek savunma pozisyonları oluştururdu. Bu taktik Vahşi Batı'da uygulanan taktiğin aynısıydı. Bu pozisyonlar tekerlekli kaleler gibiydi. Ancak 17. Y.Y.'dan itibaren Avrupa topçularına karşı etkisiz kalmaya başladı.
Osmanlı Ordusu, kuşatma muharebelerinde ustaydı. En önemli iki kuşatma İstanbul'un 1453'deki fethi ve 1638'de yapılan başarısız Viyana Kuşatması idi. Osmanlı piyadesi, düşmanlarının anlattığı kadarıyla kuşatmalarda oldukça disiplinliydi. Çılgınca duvara hücum etmek yerine, merdivenler kullanıyorlardı. Bu sırada okçular ve tüfekçiler surlardaki savunmacıları oyalıyorlardı. Viyana Kuşatması, Osmanlı'nın kuşatma taktiklerinin doruk noktasıydı. Siperleri, Avrupalılarınkine göre daha derin ve daha genişti. Siperin iki ucunda tüfek bataryaları bulunuyordu. Hücumların başladığı toplanma noktaları vardı. Hücumlar gündüz ve gece yapılıyordu. Gece hücumlarında işaret fişeği kullanılıyordu. Ve 30-100 kişi arasında değişen bir Serdengeçti müfrezesi bazı görevler için göderiliyordu. Bu müfrezeler 5 kişilik gruplara ayrılırdı. Bu gruplar; 1 adet kılıç kuşanmış yeniçeri, 1 humbaracı, 1 okçu ve 2 tüfekçiden oluşuyordu.
Son Olarak:
Yeniçeriler sadece Türk tarihinin değil, dünya tarihinin de görmüş olduğu en etkin, elit ve en kendine has savaş güçlerinden biriydi. Kendi döneminde ise 17. Y.Y. sonlarına kadar rakipsizdi. Türk fobisi nedeniyle haklarında tutulan asılsız kayıtlar nedeniyle bugün halen dünyanın büyük bir kısmı tarafından barbar sürüsü olarak bilinselerde onlar çağlarının ötesinde askerlerdi. Kazandıkları başarılar sadece Türk tarihinin değil dünya tarihinin de gidişatını değiştirmiştir. Dünya tarihi boyunca bunu yapabilen askeri birliklerin sayısı ise sınırlıdır.
Yukarıdaki Resim: Osmanlı Ordusu ve Avrupalı Ordular nehrin iki ayrı yakasında çatışırken. Resimde yeniçeri piyadesi merkezde. Kanatlarda ise süvariler yer alıyor. 1558 tarihli Süleymanname'de yer alan bu gravür, Osmanlı savaş taktiklerini resmetmekte.
ASKERİ EĞİTİMİN BATILAŞMASI
Osmanlı Devletinin kuruluşundan XIX. yüzyıla kadar savaş zamanı toplanan eyalat askerlerinin dışında, merkezde sürekli askerlik yapan yalnız "Yeniçeri" ordusu vardı. Savaşlar sırasındaki bu Osmanlı ordusunun geri kalan kısmı, yalnızca bu sırada toplanan ve sonra dağılan, esas görevi askerlik olmayan milis kuvetlerdir. Yeniçeri ordusu 515 yıl Osmanlı Devletinin kaderi üzerinde olumlu veya olumsuz egemen olmuştur. 277 yıl bir düzen içinde yürüyen bu askerî örgüt, geri kalan 257 yılını hep isyanlar, kazan kaldırmalar, Devlet işlerine karışmalar ve şunu bunu "istemezük" gibi bağırıp çağırmalarla geçmiştir.
Bu durum karşısında, padişahlar bu askerî örgütü dağıtarak yeni bir askerî örgüt kurmak için -bazıları başarısızlıkla da sonuçlanan- bazı girişimlerde bulunmuşlardır. I. Mahmut döneminden itibaren yapılan çalışmalar, aşağıda kısaca verilecektir. Osmanlı askerî eğitiminin Batılılaşmasında tek etken, Yeniçeri düzeninin bozulması, onların çıkardıkları huzursuzluklar değildir. Bunun yanı sıra başka nedenler de vardır ki, bunlar şöyle sıralanbilir:
Savaştaki yenilgiler: Osmanlı Devleti askerî yönden, cephede Avrupa ülkeleri ile sürekli yüz yüze idi. XVIII. Yüzyıl Avrupasında artık savaş teknik ve sanatına uygun subaylar yetişiyor ve savaş alanlarında da bunlar egemen oluyordu. Osmanlı orduları artık yalnız Avrupa orduları karşısında değil, Avrupalı uzmanlardan yararlanan Rus ve Mısır kuvvetleri karşısında bile yeniliyorlardı. Bu da Batı tekniğine göre askerî okullar kurulmasını zorunlu kılıyordu.
Yabancı uzmanların etkisi: Orduların yenilgileri karşısında Devlet ileri gelenleri yabancı askerî uzmanlara müracaat ettiler. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen uzmanlar, askerî eğitimin Batılılaşması için önerilerde bulunmuşlar ve bilfiil de çalışmışlardır.
Sivil hayatta medrese düzeninin ve fikirlerinin çok egemen olması, Batılılaşmanın ancak askerî alanda ve askerî kurumlar aracılığıyla olabileceği fikrini yaymıştır.
4.1. Humbarahane
I. Mahmut döneminde Rusya ve Avurturyalılarla Osmanlıların ilişkilerinin çok gergin olduğu bir dönemde, Sadrazam Topal Osman Paşa, Bosna'dan Kont de Bonnuval'ı çağırdı. Bu zat, Fransa'nın ileri gelen asilzâdelerinden ve Fransız ordusunun değerli subaylarından biri idi. XIV. Louis ile anlaşamadığından dolayı Avusyurya'ya iltica etmiş ve bu ülkenin ordularıyla Fransa ve Osmanlıya karşı savaşmış; sonra da Bosna'ya yerleşmişti. Topal Osman Paşa'nın çağrısını kabul eden Kont de Bonnuval, İatanbul'da humbaracı sınıfının komutanlığına getiridi. Humbara (Hum-i pâre = Kumbara), el bombalarına benzer küçük el toplarıydı ve o zaman, kılıç ve tüfeğe karşı Avrupa ordularında etken olarak kullanılıyordu.
Kont de Bonnuval, humbara yapımı ve atımının yanı sıra askerî yürüyüş ve talimlerde de Batı örneğini yerleştirmek istemiştir. Bu arada din değiştirerek "Ahmet Paşa" adını almıştı. Onun bu şöhreti Fransa'da kısa zamanda yayıldı ve Papas Makarni Daglis, Kont Ramsey, Marki Dornev ve Dervi gibi Fransızlar da gelerek onun 300 kişilik humbaracı alayında subay oldular. Ahmet Paşa'nın oğlu Kont Latur da din değiştirerek "Süleyman Paşa" adını aldı.
Humbaracı Ahmet Paşa'nın çalışmaları biraz ilerleyince, 1734 yılında Üsküdar Toptaşı'nda "Humbarahane ve Hendesehane" adlı bir askerî okul açıldı. Haseki ve Bostancılardan zeki kişileri buraya öğrenci yazıldılar, ancak yeniçeriler bunu haber alıp kuşkulandıklarından 1736'da okul tatil edildi.
1759'da Sadrazam Ragıp Paşa tarafından eski öğrenciler ve onların çocuklarının yeniden toplanmasıyla, Haliç-Karaağaç'ta tekrar açılan okul, III. Selim zamanına kadar sönük bir biçimde devam etti. III. Selim 1790 yılında İsveç ve Fransa'dan uzman ve subaylar getirerek bu Okulu genişletti. 1792'de Halıcıoğlu'na bir kışla yaptırarak lağımcı (istihkam) ve humbaracıları burada eğitmeye başladı. 1795'te Okul lağvedilerek, öğrencileri Mühendishane'ye aktarıldı.
4.2. Tophane
Osmanlı Ordusunun ilk dönemlerinde topçuluk gayet iyi durumdaydı. Bu dönemde top döküm tekniği, zamanına göre çok yüksek bir düzeydeydi. Ancak Avrupa ordularındaki gelişmeler karşısında Osmanlı topçuluğ, kale yıkma topçuluğu idi. Oysa Avrupa orduları sahra topçuluğu ve küçük çaplı sür'at topçuluğunu geliştirmişti. O sırada İstanbul'da Fransız elçiliğinde görevli olan Baron de Tott, Osmanlı donanmasının Çeşme'de yakılmasından sonra Çanakkale boğazının tahkiminde görevlendirilmişti. Burada topçuları yetiştirme ve yerleştirme bakımından üsttin başarı gösterdiğinden, İstanbul'a dönüşte de topçuları yetiştirmek ve yeni topları dökmekle görevlendirildi. Burada askere hem top dökümünü hem de nişacılık eğitimlerini yaptırdı ve gösteriler düzenledi.
1795 tarihinde Mühendishane adıyla bir topçu okulu açıldı. O sırada topçu okulları subaylarına "Mühendis" deniliyordu. Bu okulda Avrupa'dan birçok kitaplar getirildi. Avrupaî talimler yapıldı.
O sırada III. Selim, yeniçeri ordusunun dışında "Nizam-ı Cedîd" adlı askerî birlikler kurmaya, bunlara ayrı gelir kaynakları yaratmaya çalışmıştır. "Yeni düzen" askerleri Suriye'de Napolyon askerlerine ve Edirne'de iç asilere karşı başarı gösterince, İstanbul'da yeniçeriler Kabakçı Mustafa'nın önderliğinde Sarayı bastılar, her şeyi mahvetiler. Bunun üzerine Rusçuk'tan Alemdar Mustafa Paşa komutasında "I. Hareket Ordusu" denilen birlik İstanbul'a geldi. Hapisteki III. Selim'i kurtaramadı ama asilerin başa getirdiği IV. Mustafa'yı tahttan indirerek II. Mahmut'u işbaşına getirdi.
Kendisi de Sadrazam olan Alemdar Mustafa, "sekban" adlı yeni bir tipte askerleri Levent çiftliğinde yetiştirmeye başladı, Bunların da Mora İsyanında önemli başarıları görüldü. Yeniçeriler tekrar isyan ettiler ve Alemdar Mustafa'yı konağı ile beraber havaya uçurdular. Bundan sonra II. Mahmut yeniçeriler arasından seçtiği kişilelerle "Eşkinci" adlı yeni bir askerî birlik meydana getirdi. Ancak bir süre sonra bunlar "Frenk icadı talim"i istemedikleri bahanesiyle isyan edince, sekban askerleri halk ve ulema işbirliği ile yeniçeleri ortadan kaldırdılar. Sekbanlar da ortadan kaldırılarak, orduyu yeniden kurma çalışmalarına başvuruldu.
"Asakir-i Mansûre-i Muhammediye" adıyla kurulan yeni orduda "Nizamiye" adli muvazzaf kuvvetlerle "Redif" ve "Müstehfaz" adlı ihtiyat kuvvetleri vardı. Böylece kuruluşundan beri çeşitli cins askerlerden yararlanma yoluna giden Osmanlı Devletinin, savaşta ve barışta tek bir ordusu bulunuyordu.
Osmanlı kara ordusunun kuruluıgurıda özellikle Prusya Ordu düzeninin büyük etkisi olmuştur. II. Mahmut döneminde Almanların Moltke başkanlığında gönderdikleri Singe, Mühlback, Fischer gibi topçu subayları, aynı zamanda kara ordusunun kurulmasında da çalıştılar. Gene aynı dönemde İstanbul'da askerî incelemeler yapan Prinz August von Preussen, Almanyanın yetenekli topçularından Yüzbaşı Kotschkovski (Muhlis Paşa) ve teğmenler Went (Nadir Paşa), Lohling (Mahir Bey) Schwenzfeier (Rami Paşa) ve Wiesental'ı İstanbul'a gönderdi. Bu subaylar Türk topçuluğuunu Humbaracılık halinden çıkakmak için çok uğraştılar. Bunlara Napolyon ordusunda topçuluk yapmış olan Pietru adlı bir İtalyan da öğretmen olarak yardım etti.
Kırım savaşı sırasında Rusların Almanya'ya baskı yapmaları üzerine Alman subaylar ülkelirine dönmemek için Türk tabiyetine girerek Müslüman oldular. Daha sonra Topçuluk Mektebi, Harbiye'nin içinde bir bölüm halinde yer aldı. Topçuluk eğitiminde gene Alman subaylar öğretmen olarak çalıştılar. II. Abdülhamit döneminde üçüncü grup Alman subayları topluluğu (Grünwald-İskender Paşa, Lehmann, Schmidt, Willganski, Maltkovski ve Stermecker-Raşit Paşa), dördüncü grup (Risto, Steifin, Gromieko Paşalar) geldiler. Ordu seri ateşli toplarla (Dağ, Piyade, Sahra ve Hafif ve Ağır Obüs) donatıldı. Almanya'ya gönderilen subaylar ve oradan getirilen ustalarla bu topların imalatı bile yapıldı. Gene Abdülhamit döneminde Almanya'dan Von Anderten, Von Kres ve Benhold adlı subaylar da getirildi ve eğitim-öğretim çalışmalarında bulundular.
4.3. Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn
Anadolu'daki Türk denizciliği XI. yüzyılda gerek Çaka Bey gerekse Sinop ve Antalya tersaneleri ile önemli bir gelişme gösterdi. Osmanlılar zamannda de Akdeniz tamamen Türklerin denetimine girdi. Hatta bir ara Osmanlı deniz kuvvetleri Hint Okyanusuna bile açıldılar. Osmanlı Devleti'in yükselme devrinde Türk denizcileri açık denizde korsanlık usullerine göre yetişiyorlardı. Ancak XVII. yüzyılın sonlarına doğru korsanlık ortadan kaldırıldı. "Kürekli" donanma yerini yelkenli kalyonlara bıraktı. Ancak Osmanlılar Batıdaki denizcilik gelişmelerine yetişemediler. Osmanlı donanmasının XVIII. yüzyılda seri yenilgiler alması üserine ve özellikle Çeşme'de Osmanlı donanmasının Rus donanması tarafından yakılması üzerine, Cezayirli Hasan Paşa'nın önerisi üzerine, Tersane-i Amire'de bir askerî okul açıldı. Okulun açılmasında Baron de Tott'un tavsiyelerinin de önemli payı olmuştur.
Okulun açılış tarihi üzerine, konuyla ilgilenenler iki tarih verirler: 1773 ve 1776. Esasen okulun ilk isimleri de karışıktır. "Hendesehane" "Humbarahane", "Mühendishene" gibi adlar hep aynı kuruma verilmektedir. Aslında çeşitli adlar alan bu okullarda, askerî öğrenciler karışık olarak okumaktaydı. Kırım meselesinden dolayı Osmanlı-Rus ilişkilerinini sıkıştığı bir dönemde, Türk ordusunda kale ve istihkam öğretmeni olarak çalışmak üzere gelen öğretmenler de bu okulda öğretim yapamaya başladılar (1784). Ancak dört yıl sonra, Rus ve Avusturya baskısı karşısında Fransa öğretmenlerini çekince, Okulda Türk öğretmenler görev aldılar. 1790-1800 arasında Tersane çevresinde askerî okullar yapılmaya başlandığı görülmektedir.
Daha sonra, o sırada yeni açılan Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn'un ders araçları daha mükemmel olduğundan, Deniz Okulu öğrencileri haftada iki kere bu okulda teorik öğretimi kara öğrencileri ile ortak görmüşlerdir.
Ancak bir süre sonra, III. Selim zamanında Okul tekrar ayrıldı ve gemi yapımı mühendisleri yetiştirmeye ağırlık verildi. Okul, seyr-i sefain ve gemi inşaiye şubeleri olarak teşkilâtlandırıldı.
Deniz okulu II. Mahmut döneminde bazı isim değişikleriyle devam etmiştir. Bu arada binalarında da bazı değişiklikler oldu. Heybeliada'ya gidip geldi. 1838 yılından itibaren okulda mecburî yabancı dil Fransızca yerine İngilizce oldu. Okulda, ingilizler öğretmenlik yapamaya başladılar.
Deniz okuluna bir ara lise sınıfları da eklenerek öğretim süresi sekiz yıla çıkarıldı. Daha sonra ortaokul (rüşdiye) sınıfları da Heybeliada'da kuruldu. Zaten Okul, 1851 yılında toptan Heybeliada'ya taşınmıştır.
Güverte, makina ve inşaiye zabitleri yetiştiren Deniz Harp Okulu (Bahriye Mektebi) 19l0 yılında İngiliz Deniz Okulu sistemine göre yeni bir düzenlemeye sokuldu ve başına İngiltere'den Mister Holand getirildi. Zaten daha önoe de Okul, Amiral Williams'ın elinde idi. Son ıslah çalışmaları içinde İngiltere'den iki öğretmen getirilmişti.
Dünya Savaşı yıllarında Deniz Okulu'nda çeşitli değişiklikler oldu; Bahriye rüştiyesi, idadisi, Çarkçı ve Güverte okulları, Kâtip mektebi vs gibi çeşitli yandaş okullarla kâh birleşti, kâh ayrıldı.
Cumhuriyetten sonra bir süre Deniz Lisesi Heybeli'de, Harp Okulu Kasımpaşa'da bulundu. Sonra tümden Heybeliada'ya taşındı (1929). 1940-46 yıllarında Mersin'de, sonra tekrar Heybeliada'da öğretim yaptı.
4.4. Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn
Osmanlı Devletinin kuruluş yllarından itibaren sürekli kara ordusu olan Yeniçeriler, tarihçilerce "Acemi Oğlanlar Mektebi" denilen kurumsal yapı içinde eğitiliyorlardı. Yeniçeriler iki kaynaktan sağlanıyordu. 1. "Pencik oğlanı" denilen ve savaşlarda elde edilen esirlerin 1/5'inden oluşan Hıristiyan çocukları.
2. Devşirme yasasına göre, İmparatorluk sınırları içindeki Hıristiyan ailelerden alınan çocuklar. Bunlara "Acemi oğlan" deniliyordu. Bunlar Anadolu'da Türk ailelerin yanına verilir; orada Türkçe, gelenekler, dinî bilgi ve davranışlar öğrendikten sonra İstanbul'da askerî eğitime alınırlar ve yeniçeri olurlardı.
Acemî oğlanlar arasında gerek beden ve gerekse zekâ açısından yetenekli olanlar, İstanbul ve Edirne'deki bazı saraylarda ön eğitime elınırlar ve buralardan yetişenler Enderun Mektebi'nde üst yönetim ve saray hizmetleri için yetiştirilirlerdi.
XVIII. yüzyıl sonlarına doğru Yeniçeri ordusunun artık iyice bozulduğu görülünce, 1730'lardan itibaren -yabancı uzmanların da tesiriyle- özellikle topçuluk alanında bazı yenileşme çalışmaları yapılmıştı.
Ancak okur-yazar matematikçi topcu subaylarını tam yetiştimmek için 1791'de "Mühendishane-i Sultanî", 1795'de de "Mühendishane-i Berrî-i Hümayûn" kuruldu. Buraya Humbarahane ve Mühendishane mensuplarının çocuklarıyla Enderun'dan bazı gençler alındı.
Okul, Fransız askerî okullarının programını esas olarak kabul etti. Tüm askerî öğrencilere kara ve denizle ilgili geometri, hesap ve coğrafya alanlarında gerekli savaş bilgi ve eğitimi vermek isteniyordu. Bu nedenle bir ara Deniz okulu Öğrencileri de bu Okluda ders görmüşlerdir.
Mühendishane-i Berrî, genellikle topçu subayları yetiştirirdi. Yeniçeri Ocağının kaldırılmasında ve bazı kalelerin savunmasında büyük hizmetleri olmuştur.
Daha sonra Kara ordusunun kurmayları da bu okuldan çıkmıştı. 1834 yılında Harbiye Mektebi açıldıktan sonra, Mühendishane-i Berrî, topcu ve istihkamat okulu haline geldi. 1845'te Avrupa'ya öğrenci gönderildi. Daha sonraki yıllarda da subaylar gönderildi.
O zaman "Topçu Harbiyesi" adını alan bu Okul, bir ara 1871-1878 yılları arasında Harp okulu ile birleştirildi. Sonra tekrar ayrılarak "Erkân-ı Harp" ve "Mümtaz" (Yüzbaşı çıkaran) sınıflar eklendi.
Bu arada XIX. yüzyılın ikinci yarısında birçok sivil mühendislik dalları da bu Okulun içinde açıldı. Bu şekliyle Teknik Üniversite'ye de kaynaklık ettiler.
Okul, Balkan Savaşına kadar istihkam, ağır ve sahra topçu subayları yetiştirmeye devam etti. 1912'de kapatıldı. Savaş yıllarında Topçu Atış Okulunda kısa devreli subay yetiştimeye gidildi. 1919-20 arasında İstanbul'un çeşitli semtlerine taşınarak tekrar açıldı. Bu arada Konya'da da bir Topçu talimgâhı açılmıştı.
Cumhuriyet döneminde topçu subayları da Harpokulu'nda yetiştirilmeye başlandı. Bu arada İstanbul'da Topçu Atış ve Topçu ve Nakliye okulları da açıldı. 1941'den itibaren ise, Polatlı'da ayrı bir Topçu (ve Topçu Atış) Okulu biçiminde kuruldu.
4.5. Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye
Tıp eğitim ve öğretimi, insanlığın her aşamasında ve her toplumda devamlı gereksinme duyulan bir alan olmuştur. Ortaçağ Türkiyesinde de Hint ve Yunan tıbbını temele alan İslâm tabiblerinin bilgi ve deneyimleri medreselerde ve Dârüşşifa, Dârüssıhha, Bimaristan, Bimarhane, Tımarhane, Dârüttıp gibi çeşitli adlar alan hastahanelerde öğretiliyordu. Ancak XIX. Yüzyıl -her alanda olduğu gibi- tıp alanında da çok önemli değişmelerin olduğu bir yüzyıl idi. Avrupa tıbbı zaten Rönesanstan itibaren çok önemli gelişmeler yaparak Doğu tıbbını geri bırakmıştır.
Türkiye'de Batı örneğine göre bir Tıbbiye kurma girişimi 1826 yılanda hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi'nin girişimleri ile başladı. Yeni kurulan ordunun hasta ve yaralı erlerine bakılmak için açılan Okulun orijinal adı, "Tıbhane-i Amire ve Cerrahane-i Mamure" idi. İlk kuruluşunda tamamen Doğu gelenekleri egemen olan Okulda, 1831'den itibaren Topkapı Sarayı içinde Sade de Calère'in yönetiminden Fransızca öğretim yapılımaya başlandı. Daha sonra l838 de Viyana'dan Doktor Bernard getirildi, Galatasaray binasına taşınarak önemli ıslahat yapıldı. 1845'ten itibaren Tıbbiye'ye bir de lise sınıfları açıldı.
Daha sonra Türkçe tıp öğretimi yapmak üzere, sivil Tıbbiye kuruldu (1866). Ama ancak 1870 yılından itibaren Tıbbıye'deki öğretim dili Türkçe olabildi. Gene aynı yıl öğrencilerin uygulama yapmaları için Haydarpaşa Askerî Hastanesi, "Ameliyat ve Tatbikat Mektebi" haline getirildi. Ancak burası bir depo hizmeti görmekten başka işe yaramadı. 1898 yılında Almanya'dan Doktor Rieder ve Doktor Deycke getirildi. Bunlar "Gülhane Tebabet-i Askeriye Tatbikat-ı Mektep ve Serriyatı"nı kurdular ve geliştirdiler. Daha sonra Wieting, Selling, Bruning adlı Alman doktorlarla birçok Alman hemşire burada çalışarak hizmet etti. 1941 yılından sonra ise Gülhane Ankara'ya taşındı.
Tıbbiye Mektebi de 1909 yılında sivil tıbbiye ile birleştirildi. Üniversite'nin Tıb Fakültesi içinde askerî öğrenci olarak okumaya başladılar.
4.6. Harp Okulu (Mekteb-i Harbiye)
Osmanlı Devletinde III. Mustafa döneminde "Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn" kurularak Osmanlı deniz kuvvetlerinin hem gemi hem de subay ve asker kadrosu yeniden kurulmaya başlamıştır. İstihkam ve topçuluk alanındaki çalışmalar ise ta I. Mahmut zamanından beri -yabancı uzmanların da yardımıyla- hızla devam ediyordu. Sonunda III. Selim devrinde "Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn" açılarak bu alandaki çalışmalar sürekli bir kuruma kavuşturulmuştu. Bu hareketler, şekil olarak Yeniceri ordusunun ana görevi dışında olduğu için, bu gruptan direk ve çok yıkıcı eleştiriler gelmiyordu. Yeniçerilerin ordudaki alt sınıfı piyade idi. Diğer bir etkili ordu birliği olan "sipahi"lerin sınıfı ise süvari idi.
II. Mahmut 1826 yılında Yeniçeri Ocağını kaldırıp yerine "Asker-i Mansûre-i Muhammediye" adlı yeni bir kara ordusu kurunca, bu ordu için gerekli piyade ve süvari subaylarının yetiştirilmesi için bir askerî okula ihtiaç vardı. II. Mahmut'u yeni bir askerî okul kurmaya yönelten nedenlerden birisi de, Mehmet Ali Paşa'nın Mısır'da sağladığı gelişmelerdi. Napolyon Ordusu Mısır'a gelip gittikten sonra ve Süveyş Kanalı'nın Fransızlar tarafından açılmasından sonra, bazı Fransızların Mısır'da kalmaları ve Mehmet Ali Paşa'nın da gerek bunlardan çok iyi yararlanarak, gerekse bunların da tavsiyeleriyle Fransa'ya çok sayıda öğrenci göndererek, Mısır'da sivil ve asker çok sayıda okul kurarak sağladığı başarı, II. Mahmut'un çok dikkatini çekmişti.
Özellikle Mısır ordusunun Kütahya'ya kadar ilerleyerek Osmanlı hükümdarının Rusya'dan somut yardım getirmsi, artık Mısır gerçeğini çok iyi değerlendirmek gereğini ortaya koyuyordu. Üstelik Mehmet Ali Paşa, Padişahın, birkaç yetişkin subayı öğretmen olarak gönderme isteğini de red etmiştir.
Bu durum karşısında 1834 yılında Maçka Kışlasında bir "Mekteb-i Harbiye" kuruldu. Okula ilk alınnan öğrenciler okuma-yazma bilmez ama yetenekli erler idi. Bunlar çeşitli aşamalardan geçirilerek subay yetiştirilirdi. Esasen, o zaman var olan diğer askerî okullar da aynı yolu izliyorlardı.
Harbiye'deki ilk önemli ıslahat 1837'de Mehmet Ali Paşa'nın yanından gelen bir subay tarafından yapıldı. Bu ıslahatla, kuruluş biraz okul biçimine girdi. Öğretmenler arasında biraz İspanyol Şiranz (Resim), Fransız Mavoni (Piyade talimi) gibi yabancılardan da vardı. Daha sonra 1834-38 yılları arasında Avrupa ülkelerine 26 öğrenci gönderilmiş, Arapça ve Farsçanın yanısıra Fransızca da yabancı dil olarak programa konmuştur. Çeşitli Avrupa ülkelerinden mühendis ve öğretmenler olarak çeşitli uzmanlar getirtilmiştir. 1834'te ilkokul düzeyinde bir eğitim ile işe başlayan Okul, 14 yıl sonra ilk subaylarını çıkardı. Daha sonra Okul 1843'te idadi ve yüksek kısım olarak ikiye ayrıldı.
Ayrıca daha sonda gerçekleştirilecek pek çok yenilikler de, 1845 sıralarında belirlendi. Prusya ve Fransa'dan öğretmenler getirildi. Avrupa'ya gönderilen öğrenciler öğretmen olarak döndüler.
1848 yılında bir yıl öğretim süreli Erkân-ı Harbiye Mektebi açıldı. Daha sonra askerî okulların rüşdiye kısımları da açıldı (1875). Harbiye'deki esas yenilikler 1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra olmuştur. O zamana kadar Fransa Harp Okulu örneğine göre öğretim yapan okul, Alman subayı Von der Goltz tarafından Alman sistemine göre kurulmuştur (1884).
İçerde askerî ıslahat yapılırken, II. Abdülhamit devri olmasına rağmen, 1883 ve 1887 tarihlerinde Avrupa'ya iki gurup askerî öğrenci gönderildi. 1905 yılında Edirne, Manastır, Erzincan, Şam ve Bağdat gibi ordu merkezlerinde de birer Harp Okulu açıldı. Ama 1908 yılında bunlar kapatıldı. 1913 ve 1914'te Okulda Alman Uzman Heyeti önemli değişiklikler yaptı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Alman Albayı Berek von Erlich, Askerî Okullar Genel Müdürü olarak çalıştı.
Esasen Harbiye 1914-1920 arasında kapalı kaldı. 1920'de de ancak üç ay kadar açık kaldı. Bu sırasa Türk Ordusunun yönetim merkezi İstanbul'dan Ankara'ya kaymıştı. Ankara'da 1920'de kurulan Zabit Namzetleri Talimgâhı, 1923 yılında Harp Okulu "ilk adım" olarak İstanbul'a taşındı, 1936 da ise yeniden Ankara'ya döndü.
Burada sayılan ana askerî okullar dışında çeşitli adlarla kurulmuş ve çeşitli hizmetler için eğitilmiş kişiler yetiştiren pek çok askerî okullar vardı. Askerî Baytar Mektebi, Piyade ve Topçu Endaht Okulları, Küçük Zabit (Astsubay) Okulları, Piyade İhtiyat Zabitanı Okulu, Jandarma Okulları, Nalbant, Levazım, Nakliye, Süvari Tatbikat, Tayyare Talimgah Okulları vs.